New York'ta Yazılamayan New York Yazısı
- Senem Yorulmaz
- 1 Haz
- 4 dakikada okunur

Dönüş uçağına binip, “oturduğunuz sürece kemerlerinizi bağlı bulundurunuz” uyarısını duyana kadar New York hakkındaki bu yazıyı kaleme alamayacağımı içten içe biliyordum. Bir konu hakkında yazmak için insanın olduğu yerde kalıp, cümlelerini toparlamasına engel bir dikkat dağıtıcının etkisinde kalmadan odaklanması, birkaç sakin dakika yaşaması lazımdır - benim 6 günlük kısacık New York’umda bulamadığım tek şey.
Neden bu yazıyı yazmaya karar verdiğimi - daha doğrusu New York tarafından mecbur bırakıldığımı - yazının sonuna kadar gelindiğinde doğru şekilde ifade edebilmiş olmayı umuyorum.
Her şeyin ama her şeyin, herkesin, her kokunun, her rengin, her mevsimin aynı anda, birbiriyle iç içe bulunduğu bu şehrin bendeki etkisi bu oldu; gezimizin ikinci gününde, Times meydanına sırtımız dönük yürürken bir kırmızı ışıkta durduğumuzda “Yazmalıyım” dedim; "bu şehrin bana hissettirdiklerini, en doğru haliyle yazmalıyım; böylece belki geriye dönüp yazdıklarımı okuduğumda hatırladığım o his bana kendimi yine şu an olduğu kadar canlı hissettirebilir."
Hiç gitmeyenler için biraz şehri anlatmak gerek. Fakat hiç gitmeyen biri, bu şehri biraz anlamak isterse çaba gösterecek; hayal gücüne ket vurmayacak. Bu şehir yüzlerce filme, şarkıya, kitaba hayat verdi; sanatçılara ilham verdi, milyonların hayallerini süsledi - öyle kuralım hayalini.
Işıl ışıl, tabiri yerinde ise “jilet gibi”, mimarileri hayran kalınacak çeşitlilikte gökdelenlerin doldurduğu, birbirini -biri hariç- dik kesen muntazam, pırıl pırıl, hayat dolu caddeler. Şehrin tam göbeğinde, sanki dünyanın en büyük iş merkezi bu şehir değilmiş gibi, sonbahar rengine dönmüş yaprakları ve tüm güzelliğiyle kocaman bir bahçe/park. Caddeleri dolduran yüzlerce milletten, her dili konuşan, her renk insan - en başta “New Yorker”lar; aceleleri, buna rağmen kibarlıkları, takım elbise veya döpiyesleriyle sabah kahveleri için bir kahve dükkanına girip, bildikleri o raftan “her zamankinden” alıp saniyeler içinde oradan ayrılarak mesaiye başlayan, yolda yürürken ellerinde laptoplarıyla veya koşu yaparken parkta kulaklarında kulaklıkları ile bile çalıştığını görebileceğiniz, şehrin yerlileri. Yerliler demişken, bir de moda dergilerinin bile ilham alacağı “cool”lukta, kendilerine atanmaya çalışılan tüm rolleri bir kenara bırakıp, gururla ve sonuna kadar kendi olmayı başarmış, bir başka ülkede -örneğin ülkemde- garipsenecek, yargılanacak ve katiyen “normal” kabul edilmeyecek tarzda giyinen, davranan ve yaşayan yüzlerce, binlerce insan. Bu insanlar kendileri olmayı öylesine önemsiyorlar, ciddiye alıyorlar ve bir kere geldiğin şu dünyada hayatta başka bir çaren olmadığını o kadar iyi biliyorlar ki, bu “dibine kadar yaşama” hali tepeden tırnağa varlıklarıyla vücut buluyor. Tepeden tırnağa pespembe takım elbisesini pembe saçlarıyla taçlandıran beyefendiye selam olsun.
Downtown’a doğru gidildikçe sakinleşen, her biri kendi ruhunu sonuna kadar yaşayan mahalleler; Soho, Chelsea, Noho. Sokağa adım attığımız anda kendimizi önce Çin’de zannettiğimiz Chinatown, sonra İtalya’ya ışınlandığımız Little Italy. Sonra apayrı bir dünya, yaşamak ve yaşlanmak isteyeceğin güzellikte: Brooklyn. Ama o apayrı bir yazının konusu.
New York bir dünya, Times ise onun çekirdeği. İlk gelişim değil ama yine büyüleniyorum. “Asla uyumayan şehir”in ışıkları açık. Binalarda karşılıklı onlarca, belki yüzlerce ekran. Ekranlarda güncel Broadway müzikallerinin, irili ufaklı çeşitli markaların rengarenk reklamları. İnsanlar: Yürüyen, etrafı izleyen, fotoğraf çekerek anı ölümsüzleştirmeye çalışan, yemek yiyen, dans eden, şarkı söyleyen, oturan, koşan, alışveriş yapan, evin yolunu tutan yüzlerce insan. Fotoğraf veya videonuzu çekerek para kazanan göçmen fotoğrafçıların çoğunun hoparlörlerden bangır bangır çaldığı, Alicia Keys’in nakaratı veya Jay-Z nin şarkıya girişiyle Manhattan caddelerinin marşı haline gelmiş “Empire State of Mind” şarkısı, Frank Sinatra’nın “New York, New York”una karışıyor. Dev bir goril- o da bir insan tabi, aynı Hint asıllı, Minnie Mouse kostümlü kadınlar gibi; insanlar hatıra fotoğrafı çektirdikçe bahşiş topluyorlar ve kostümlerinin başlığını çıkarıp bir sigara yaktıklarında oldukça komik görünüyorlar. Etraflarına kalabalığı toplayıp yaptıkları akrobatik dans gösterisine izleyenleri de mutlaka dahil eden siyahi gençler. Daha da çok insan. Karizmatik bulduğum üniformaları ile devriye gezen polisler, kimisi aceleli ve eli her an beline uzanmaya hazır, kimileri yorgun; ama her zaman ikili gruplar halinde. Evsizler, muhtelif dükkanların veya bir Broadway gösterisi için bir sahnenin önünde kuyruk oluşturan insanlar. Gülüyoruz; Rafet El Roman haklıymış, burada “İnsanlar simsiyah, kızıl, beyaz. Sokaklar basketbol, müzik ve dans. Nasıl bir yaşam, nasıl bir zaman?”
Sonra, ülkesini bırakıp çalışmaya gelmiş binlerce başka insan. Hemen hemen her caddenin köşesinde, bu insanların seyyar tezgahları; kimisi bu dev insan seline, gerçek Amerikan “fast food”u sunma vaadiyle sosisli sandviçler, “chili cheese fries”ları pişirirken, kimisinin tezgahından kendi kültürünü taşımak ve belki biraz yaşatmak ister gibi çeşitli kebapların kokuları ve dumanları yükseliyor. Bu dumanlara özellikle akşamları yollardaki mazgallardan yükselen o bilindik buhar karışıyor, bu buharın neden ordan çıktığını hatırlayınca şehrin planlanmasındaki akıllıca yöntemlere bir kez daha saygı duyuyorum.
Ve turistler - biz. Şaşkınlık, hayranlık, merak duyguları her geçilen blokta değişen, dönüşen ve artan bir gezinin ortasında; biz turistler.
Altı gün yürüyoruz. Şehrin altından girip üstünden çıkıyoruz. Özgürlük Heykeli’nin ayaklarından Brooklyn’e, Brooklyn’den Manhattan’a, Manhattan’dan gökyüzüne bakıyoruz. Şehrin içiçe geçen tüm kokularını, tüm tatlarını zihnimize kazıyoruz. Şehre ait tüm manzaraların, sevdiğim bir arkadaşımın unutmak istemediği bir şey gördüğünde yaptığı gibi; “gözlerimle fotoğraflarını çekiyorum”. Bu şehir kendimi o kadar canlı, o kadar yaşam dolu hissettiriyor ki, dünyada insanın kendini bu şehirdeki kadar “kendi gibi” hissedebileceği bir başka şehir olabileceğini düşünmüyorum. Günlük ortalama 20 bin adım atıyoruz, bacaklarımız bize durmamız gerektiğini var gücüyle anlatmaya çalışıyor. Otel odamıza giderken daha önce hiç hem bu kadar -ölesiye- yorgun, dinlenmeye ihtiyaç duyar halde hem de asla dinlenmekle vakit kaybetmek istemeyip şehre ait ne varsa daha da fazlasını ister bir halde olduğumu hatırlamıyorum. “Bu şehirde yaşamak istiyorum, çok istiyorum” diye içimden geçirirken, kafamın içinde mi dönüyor, yoksa sokakta mı çalıyor anlamasam da Frank Sinatra’ya eşlik ediyorum:
“I want to be a part of it,
New York, New York…”
Senem
10 Kasım 2024




Yorumlar